Bazı kaynaklarda 14. yüzyıldan itibaren “Porfirogenetos Evi” olarak adlandırılan yapı, genellikle Tekfur Sarayı ile ilişkilendirilir. “Mor odada doğan” anlamına gelen bir imparatorluk sıfatı olan Porfirogenetos, babaları imparator olduktan sonra doğan çocukları tanımlardı.
Blakhernai Saray kompleksinin bir parçası olduğu sanılan Tekfur Sarayı’nın 13. yüzyıldan itibaren Bizans imparatorlarının resmi ikametgâhı olarak kullanıldığı düşünülür.
Edirnekapı ile Ayvansaray arasındaki kara surlarına bitişik konumda inşa edilen Tekfur Sarayı, Osmanlı döneminde çıkan yangınlar sonucu çatısının çökmesiyle uzun yıllar metruk halde kaldı. 1995 yılından itibaren Prof. Filiz Yenişehirlioğlu başkanlığında gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda, mimari bulgular ile çini ve camdan imal edilmiş pek çok obje de gün yüzüne çıktı.
Buluntuların bir bölümü ile buradaki çini fırınlarında üretilmiş bazı çini panoların replikaları da müzede sergileniyor. Tekfur Sarayı, İstanbul’da Bizans döneminden günümüzde mimari bütünlüğünü koruyarak ulaşan tek saray yapısı. Avluya bakan üç katlı bir yapı olan Tekfur Sarayı’ndan cephesi son devir Bizans sanatının gösterişli bezemelerini içeriyor.
Yapının günümüze ulaşan kısmında, Sultan III. Ahmed döneminde İznik’ten getirilen çini ustaları tarafından çini fırınları kurulmuş ve çini üretimi yapılmıştır, çinilerin üretiminde Alibeyköy Deresi’nden elde edilen balçık kullanılmıştı. Burada imal edilen eserler arasında Sultanahmet’teki III. Ahmed Çeşmesi’nin çini panoları, Kandilli Hekimoğlu Ali Paşa Cami mihrabı, Eyüp Cezeri Kasım Paşa Camii mihrabının panoları sayılabilir. Yine aynı dönemlerde Tekfur Sarayı avlusu ve civarında başlayıp Eyüp’e kadar uzanan geniş bir alanda yapılan çömlek üretimi ve “Şişehane” denen cam atölyeleri de önemlidir.